Ortak bir yaşam süren toplum, aynı zamanda ortak değerleri paylaşır. Bu yönüyle biz burada kalabalık yığınları değil, tanımlı bir toplumu kastediyoruz. Yani toplumsal barışın sağlanması için, o toplumun ortak değerlerde buluşması gerekir. Buluşulan değerler de paylaşılmış olur. Bu da huzur ve saadet için kaçınılmazdır. Peygamberler tarihi başta olmak üzere, İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Peygamberimiz (s.a.v) ve Sahabe- i Kirâm, bu konuda da zirve şahsiyetler olarak duruyor önümüzde. Yeter ki, bakmasını, görmesini ve örnek almasını bilelim.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), aile ve kabileler arasında kin ve nefretin, küçüğünden büyüğüne kadar kavga ve savaşların, gündelik hayatın bir parçası hâline gelmiş bir toplumda yaşıyordu. Güçlülerin zayıfları ezdiği, kabilecilik ve kan davaları uğruna insanların rahatlıkla öldürüldüğü bir topluma, peygamber olarak görevlendirilmişti. Allah (c.c) Müslümanlara şöyle buyurmuştu:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın (tutunun-sarılın); bölünüp parçalanmayın! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de Allah, kalplerinizi birleştirdi ve O’nun bu nimeti sayesinde kardeş kimseler oldunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân suresi, 103. ayet.)
Ayet çok açık ve net bir şekilde toplumsal barışa ve aşamalarına ışık tutuyor. Bu durumda yapacağımız ilk iş, bölünüp parçalanmamak için Allah’ın (c.c) kitabına sımsıkı sarılmak olmalıdır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), Kur’an eksenli bir toplum oluşturmak için, geceli gündüzlü çalıştı. Peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirdi ve Allah’ın (c.c) yardımıyla, öyle bir toplum oluşturdu ki, her biri alanlarında birer yıldız oldular. Sahabe-i Kirâm denilen insanların oluşturduğu bu toplum, yine Peygamberimiz (s.a.v) tarafından gelecek nesle her biri birer “yıldız” olarak tanıtıldı. “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.” (İbn Abdilberr, Câmîu’l-İlim, c. 11, s. 110; İbn Hazm, Ahkâm, C 4, s. 82.)
Sağlıklı bir toplum oluşturmak için, onları ortak değerlerde bir araya getirmek gerekir. Ancak burada gözden kaçırmamamız gereken en önemli şey, bu değerlerin önce davetçinin kendi şahsında filizlenmesidir. Zira bu dava kuru bir iddia değildir.
“Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında çok çirkin bir davranıştır!” (Saff suresi, 2-3. ayetler.) Söz söylediğimiz, anlatıp konuşarak birilerinden bir şeyler istediğimiz esasları, önce kendimiz yaşayacağız. Yapmadığımız, uygulamadığımız şeyleri söylememiz, boş laftan öte geçmez.
İnsanî ve ahlakî olan, başkasından istediğimiz şeyi önce kendimizin yapmasıdır. Sakınıp kaçınmalarını istediğimiz şeylerden de, önce bizim sakınıp kaçınmamız gerekir. Peygamberimiz (s.a.v), Allah’ın (c.c) emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti, anlattı. Ama yukarıda aktardığımız gibi, önce kendi hayatında uyguladı. Dolayısıyla hangi ırk, renk ve cinsiyetten olurlarsa olsunlar, insanların Allah (c.c.) katındaki eşitliğini anlattı. Herkese eşit muamele etti. Büyük bir taassuba dayalı kabile ve ırk kardeşliği yerine, İslam kardeşliğini getirdi.
“Müminler ancak kardeştirler! Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki, O’nun rahmetine mazhar olasınız.” (Hucurât suresi, 10. ayet.) Kardeşler topluluğu aynı inancı paylaşan insanlardan oluşur. Aynı inancı paylaşanlar da zaten kardeşçe geçinirler. Kardeşliğin gereği de budur zaten. Böylece toplumsal barış sağlanmış olur.
Ancak burada gözden kaçırmamamız gereken çok ciddi bir incelik daha var: Ayette “kardeşlerinizin arasını düzeltin” yani “kavga ya da küskünlük olmuşsa barıştırın” ve “aralarına ifsat girmişse, ıslah edin” diyerek, toplumsal bir gerçeği ifade etmiş oluyor. Asıl olan güzel geçimdir, ama bizler insanız, beşeriz; insan, beşer olmamız nedeniyle yanlış yapabiliriz. Böyle durumlarda birbirimizi harcamak değil, kazanma yoluna gitmeliyiz. Allah ve Resulü bizden böyle istiyor. Bunun yanı sıra yanlış ve kötü şeylerde ısrarcı olmayacağız. Yanlış ve kötü şeyler yaparak, anlayış ve hoş görü beklemeyeceğiz. Bizi harcamasınlar, gelip bize yardım etsinler diye düşünmeyeceğiz. Biz iyi ve güzelde olacağız. Doğru ve yararlı işler yapacağız. Bu arada yanlış ve kötü şeylere bulaşmışları da, bir kenara atmayacağız. Kısacası sürekli anlayış ve yardım bekleyenlerden değil, sürekli anlayışlı ve yardımsever olacağız.
İman bağı ile birbirine bağlanıp “kardeş” olan topluma “kardeşler topluluğu” denir. Bu kardeşlik öyle güçlüdür ki, öz kardeşliğin de önüne geçer. Öz kardeş ile zaten kardeşiz, bir de aynı inancı paylaşıyorsak, öz kardeşliğin yanına bir de “din kardeşliği” eklenir.
Peygamberimiz (s.a.v), kabile kardeşliğinin yerine İslam kardeşliğini getirince, içinde yaşadığı toplumda çok ciddi değişiklikler oldu. İslam kardeşliği gereği Habeşistanlı herhangi bir köle ile, Kureyşli bir asilzade arasında bir fark kalmamış ve bunlar “İslam kardeşi” olmuşlardı. Bu çok büyük ve köklü bir gelişme ve değişmeydi. Sadece sözde kalmıyordu. Bu durum öyle bir kabul görmüş ve öyle güzel yaşanır hâle gelmişti ki, iman ve İslam’dan nasibi olmayanların bunu idrak edip anlamaları mümkün değildi. O gün anlayamayanlar olduğu gibi, bu gün de bu inceliği anlamayanlar vardır. Bundan sonra da olacaktır.
Birbirlerine bu kardeşlik bağı ile bağlı bir toplum, elbette ki birbirlerini düşünecek, âdeta birbirleri için yaşayacaklar. “Ben” ya da “bana” yerine, “o” ya da “ona” diyecek ve bunu yaşayacak erdemli bir toplumdur.
Peygamberimiz (s.a.v) Medine’ye hicret etmeden önce orada yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri, kökü uzun yıllara uzanan bir düşmanlık içindeydiler. Yine orada Yahudiler de vardı. Hicret ile beraber başlayan değişim süreci, Yesrib’i Medine yapmış, birbirini yiyenleri de medeni bir toplum hâline getirmişti. Müslümanlar arasında kardeşlik tesis edildiği gibi, Yahudiler başta olmak üzere, Müslüman olmayanlar da bu güzellikten nasibini almıştı. İslam tarihindeki meşhur “Medine Sözleşmesi/Vesikası” bu konuyu içermektedir. Peygamber Efendimizi (s.a.v) ne kadar yakından tanırsak, İslam’ı o kadar güzel ve doğru öğrenmiş oluruz. İslam’ı öğrenmenin ve hayatımıza yansıtmanın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir.