Farklı Din Mensuplarını Kabullenmek ve Holgörülü Olmak

İlk insanın, aynı zamanda ilk peygamber olması, insanlığın başlangıcından itibaren vahiy ile şekillendiğini ortaya koymaktadır. Ancak, zaman içinde insanlar vahiyden uzaklaştıkça farklılıklar da başlamış oldu.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), doğru yoldan çıkan insanlığı, aslî mecralarına döndürmek için, son peygamber olarak görevlendirildi. Tarih boyunca bütün peygamberlerde olduğu gibi, sevgili Peygamberimiz de öncelikle en yakınlarından başlamak üzere, ilahi davete başladı.

“(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: ‘Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.’ Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan.” (Şu’arâ suresi, 214-217. ayetler.)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) tebliğine ev halkıyla başladı. Sonra en yakın akrabasından en güvendiklerini davet etti. Yine güvendiklerinden başlayarak, davet halkasını genişletti. Hz. Muhammed (s.a.v) ulaşabildiği herkese İslam dinini en güzel şekilde tebliğ ediyordu. Duruma göre onlarla bire bir konuştuğu gibi, davetler düzenleyip kendilerine topluca hitap ediyordu. Bazen de onların yaşadıkları toprakları ziyaret ederek bu kutlu çağrıya kulak vermelerini istiyordu.

Peygamber Efendimizin (s.a.v) yaşadığı dönemde o coğrafyada çeşitli dinler vardı. Arap yarımadasında putperestlik, Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik (ateşe tapanlar) olduğu gibi, Sabiîlik ve Hanîflik de bu bölgedeki inanç grupları içinde yer almaktaydı.

İslam güneşinin doğduğu sırada Araplar arasında putperestlik inancı yaygındı. Allah’a (c.c) şirk koşan müşrikler, her türlü gücü ellerinde bulunduruyorlardı. Mekke’de müşrikler, Medine ve çevresinde ise Yahudiler yoğunluktaydılar. Peygamberimiz (s.a.v) ve sahabilerin Medine’ye hicretleriyle birlikte yeni bir dönem başladı. Müslüman, müşrik, Yahudi ve sonrada münafıklar olmak üzere, Medine toplumu, karmaşık bir hâldeydi. Hicret ile başlayan yeni icraatlar, her geçen gün daha da yeni icraatlar getiriyordu. “Medine Vesikası” ya da “Medine Sözleşmesi” adıyla meşhur olan bir anayasa düzenlendi. Bu vesikaya göre, farklı inanç ve kültüre sahip kimselerle ortak bir anayasa etrafında, barış içinde, birlikte yaşama hedefi hayata geçirildi. Resulullah (s.a.v) ile beraber o günlere kadar Yesrib adıyla anılan bu güzel şehir, Medine olarak değiştirildi. Farklı ırk, din ve inançlara sahip olan insanlarla beraber, yeni bir hayat başladı. Bu beraberlikle her fırsatta birbirlerine saldıran, düşmanca duygular besleyen ve uzlaşamayan toplulukların, çatışmadan bir arada yaşayabileceklerini göstermiş oldu.

İslam tarihinde bu vesikayla beraber “Medine Site Devleti” kurulmuş olması ile sadece Müslümanların değil, İslam’ı henüz kabul etmemiş Arapların ve Yahudilerin de hakları güvence altına alındı. Bu anayasayı Resulullah (s.a.v) hazırlamış olup, onun talimatıyla hayata geçirilmiştir. Bu anayasaya göre taraflar, Allah Resulünü hakem kabul etmekle birlikte, antlaşma metnine kendi inanç ve kimlikleriyle imza attılar. Bu aşamada herhangi bir zorlamayla karşılaşmadılar. (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, C 1, s. 501-504.)

Mekke Dönemi boyunca müşriklerle mücadele eden Müslümanlar, Medine’de de müşrikler ve Yahudilerle birlikte yaşamaya başladılar. Her din mensubu, kendi inancını serbestçe yerine getirmiş ve her türlü baskıdan uzak durarak fikirlerini açıklamıştı. Böylece dünya tarihine farklı din mensuplarının barış ve uzlaşı içinde bir arada yaşama kültürünün örneğini oluşturdular.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettiği sırada burada bütün şehir halkını kapsayan bir idari yapı mevcut değildi. Her kabile kendi içinde birlik oluşturuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), kardeşleştirme müessesesi ile Müslümanlar arasında birliği sağlamlaştırdıktan sonra şehre, Müslümanları, gayrı müslim Arapları ve Yahudileri içine alan ve daha önce Medine tarihinde hiç rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapı getirdi. Bu yapı, etnik kökenleri ve dinleri farklı çeşitli gruplardan, federasyonlardan oluşan bir konfederasyon idi. Bu teşebbüs her şeyden evvel şehir halkının barış ve güven içinde yaşamasını sağlamak gayesini taşıyordu. Öncelikle de Medine’de Müslümanların güvenliğini sağlamak gerekiyordu. Bu, İslam’ın ve Müslümanların geleceği bakımından son derece önemli idi. Çünkü Mekke’li müşrikler Medine’ye saldırmak için sürekli fırsat kolluyorlardı.

Medine’de Müslümanlar dışında müşrik Araplar ve Yahudiler önemli bir güç olarak duruyorlardı. Yahudiler hem malî bakımdan hem de nüfus olarak hiç de küçümsenmeyecek bir durumda idiler. Peygamberimiz (s.a.v), başlangıçta Yahudileri ve müşrik Arapları şehirden uzaklaştırmak veya onlara husumet beslemek gibi bir tutum içine girmedi. Aksine onlarla anlaşmalar yaparak birarada yaşama uğraşısı veriyordu. Bu suretle Medine’ye yapılacak bir saldırı karşısında Yahudilerin ve müşriklerin tehlike oluşturması önlenmiş oluyordu. Buna ek olarak şehri beraberce savunacaklardı. Bu, siyasî ve askerî bakımdan son derece gerekliydi. (İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 26.)

Hicretten bir süre sonra, Hz. Muhammed (s.a.v), sahabiler ile önemli bir toplantı yaptı. Birbirleriyle ve yabancılarla ilişkilerini, idarî ve adlî yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini, haklarını ve sorumluluklarını belirli esaslara bağlayan bir metin hazırladılar. Yukarıda kısmen değindiğimiz Medine Vesikası adlı bu belge 52 maddeden oluşuyordu. Metin hazırlandıktan sonra, Resulullah (s.a.v), Müslümanların yanı sıra Medine toplumunu oluşturan Yahudileri ve diğer grupları bir şehir devleti hâlinde teşkilatlanmaya davet etti.

Vesika, Medine’de dinî olduğu kadar siyasî bir topluluk da meydana getirme amacını taşıyordu. Daha ilk maddede bu topluluğun ensar ve muhacir Müslümanlarla, bir savaş durumunda Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı savaşacaklarını kabul eden gayri müslim topluluklardan oluşacağı belirtilmektedir. Aralarında ihtilaf çıkan herkes için Allah (c.c.), kanunların ve adaletin yegâne kaynağı, Resulullah (s.a.v) da en yüksek hakemdir. (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, C 1, s. 220-229.)

Bu vesikada, açık bir şekilde Yahudilerin Mekke müşriklerine veya onların işbirlikçilerine bir yardım, yahut himaye hakkı vermeleri yasaklanmıştır.

Bir düşman saldırısı hâlinde, buna karşı çıkmak üzere bir Müslüman-Yahudi ittifakı söz konusu olacaktır. Şehrin savunulması için girişilecek savaşların masrafları, taraflarca karşılanacaktır. Fakat Medine dışında yapılacak bir savaş hâlinde hiçbir topluluk diğerine yardımda bulunma sorumluluğu altında bulunmayacaklardır. Müslümanların çıktıkları savaşlara Yahudilerin katılması, Hz. Muhammed’in (s.a.v) müsade ve rıza göstermesine bağlanmıştır. Yahudiler, Müslümanlara düşman olan Mekkelilere bundan böyle emân hakkı tanımayacaklardır. Vesikada Müslüman cemaatin ve İslam dininin hukukî ve sosyal varlığı, diğer unsurlar tarafından tanınmaktadır. Bu, Müslümanlar açısından önemli bir gelişmedir. Bu sözleşme ile Medine’deki müşrik Araplar ve Yahudiler, Müslümanları dinî, siyasî ve sosyal açıdan tanıyorlardı. Aynı zamanda Mekkelilerle ittifaklarını bozup, onlara karşı Müslümanlarla iş birliği içine giriyorlardı. Müslümanlar gayri müslimlere, inanç ve fikir hürriyeti, mal ve can güvenliği sağlıyorlardı. Hile ve vefasızlık yasaklanıyordu. İstibdat, zorbalık, hakka ve hukuka riayetsizlik, zulüm ve şiddetin hâkim olduğu o günkü dünya ortamında bu vesika çok önemli bir gelişmedir. Hem o kadar ki, yeryüzünde bir devletin ortaya koyduğu ilk yazılı anayasa olma özelliğine sahip olduğu kabul edilmektedir. (Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 30-47.)

Burada görüldüğü gibi, farklı din mensuplarıyla beraber yaşama gibi tarihi bir olayla karşı karşıyayız. Yalnız gözden kaçırmamamız gereken çok önemli şeyler de var; farklı din mensuplarını kabullenmek deyince, maalesef sürekli tek yanlı kabul gündeme getiriliyor. Ama hem vesikada ve hem de uygulamada görüyoruz ki, her alanda söz, Allah ve Resulünde bitiyor, yani burada belirleyici olduğu gibi, yönlendirici de İslam dinî oluyor. Peygamberimiz (s.a.v), bunun hem uygulayıcısı ve hem de yetkili takipçisi olarak icraatın içinde yer aldı.

Burada yapılan antlaşma gereği her din mensubu, kendi inancını serbestçe yerine getirmiş ve her türlü baskıdan uzak durarak fikirlerini açıklamıştı. Böylece dünya tarihine farklı din mensuplarının barış ve uzlaşı içinde bir arada yaşama örneğini sunmuşlardı.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), özellikle farklı din mensuplarının kendi dinlerini yaşama hakkına saygı gösterdi ve bu hususta arkadaşlarının da özenli davranmasını istedi. Örneğin bir gün Necran bölgesinden Hristiyan inancına sahip bir heyet, Medine’ye geldi, peygamber mescidine giderek Peygamberimizle (s.a.v) görüşmek istedi. O sırada Peygamberimiz (s.a.v) ve ashabı, ikindi namazını kılmaktaydı. İbadet vakti geldiği için Necran heyeti de doğuya yönelerek kendilerince ibadet etmeye başladı. Bu durumdan rahatsız olan birkaç sahabi, onlara engel olmak istedi. Peygamberimiz (s.a.v), hemen buna müdahale ederek Hristiyan grubun rahatça ibadet etmesini sağladı. Daha sonra Necran Hristiyanları ile bir antlaşma imzalandı. Müslümanlar bu sayede birçok kazanım elde ettiler. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, C 1, s. 356-358, c. 2, s. 169.)

Bu örnek, pek çok kaynakta geçmektedir. Fakat bunun üzerine yapılan bazı yorumlar, hakikati çarpıtmaktadır. Yani sürekli Yahudi ve Hıristiyanlara ibadet özgürlüğü tanırken, Müslümanlar da yine sürekli hoşgörü yönü gösterilmektedir. Aynı zamanda onlar da kitap ehli olduğundan, neredeyse “aramızda bir fark yok” demeye getirerek, çok tehlikeli bir diyalog hatasına girilmektedir. Oysa durum hiç de öyle değildir.

“Eğer onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) da sizin inandığınız gibi inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar. (Yok) eğer dönerlerse (yüz çevirirlerse), bilesin ki bir ayrılıkçılığın içindedirler (mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar). O takdirde onlara karşı Allah sana yeter! O hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ” (Bakara suresi, 137-138. ayetler.)

Ayet-i kerime gayet açık ve net bir hüküm koyuyor ortaya! “Sizin gibi inanırlarsa” Bu net hüküm karşısında, birilerine hoş görünmek için, haddi aşmak hiç de doğru değildir. Herkesin dini kendine, herkes kendi hesabını kendisi verecek! Birlikte yaşamak başka, “kabullenmek” başka bir şeydir. Hz. Muhammed (s.a.v), onlara sığınıp, tavizler koparmaya çalışmamış, onlara tabi olmamıştır. Bilakis, anayasal metin hazırlayarak imzalatmış ve takipçisi olmuştur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) aynı zamanda da, hiçbir zaman diğer din mensuplarıyla ilişkisini kesmedi. İlkeli ve tutarlı bir tavır benimseyerek onları doğru ve güzel olana çağırdı. Fırsat buldukça onların davetlerine katıldı, hastalarını ziyaret etti. Komşuları arasında din, ırk ve millet ayrımı yapmadı. Örneğin; bir Yahudi komşusuna, komşuluk hakkının gerektirdiği şekilde davrandı ve evinde pişen yemeğinden ona da ikram etti.

Yorum yapın