“Din” kelimesi sözlükte, usul, âdet, tutulan yol, hüküm, mükâfat ve ceza, itaat gibi anlamlara gelir.1 Allah Teala birtakım hükümler koymak suretiyle insanlar için bir yol belirlemiş, onları bu yola uymakla sorumlu tutmuştur.
Kulun tavrına göre de ödüllendirme veya cezalandırma şeklinde bir karşılık takdir etmiştir. İslam âlimleri dini “akıl sahibi insanları kendi hür irade ve tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahi kanun”2 olarak tanımlar. Bu tanım bize dinin çeşitli boyutları hakkında şu temel ilkeleri verir.
1. Tanımdaki “ilahi kanun” ifadesi dinin kaynağına işaret eder. Din Allah’tandır. Allah tarafından ortaya konulmuştur. O’ndan başkasının ne din koymaya ne de dinî hükümleri değiştirmeye ve kaldırmaya hakkı vardır. Yüce Allah “İyi bilin ki halis din yalnız Allah’ındır3, Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Din de sadece ve daima Allah’ındır kulluk ve itaat de yalnızca ve daima O’na olmalıdır. Öyle iken Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz4 buyurarak bunu bildirmiştir.
Dolayısıyla peygamberler için dinin sahibi diyemeyiz, ayrıca onlar kendilerinden dine bir ekleme ve çıkarmada yapamazlar. Sadece Allah’tan (c.c) aldıkları emir ve yasakları ümmetlerine ulaştırırlar.
2. Dinin muhatabı, akıl sahibi yani akıl sağlığı yerinde olan ve akli melekelerini kullanabilen kimselerdir. Başka bir ifadeyle din ancak akıl sahibi olanlara hitap eder. Dolayısıyla akıl sağlığı yerinde olmayanlar ve küçük yaştaki çocukların dinen sorumluluğu yoktur. Nitekim Hz. Peygamber “Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Ergenlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan.”5 buyurmuştur.
3. Akıl sahibi insanların dine yöneliş ve bağlılığının kendi hür iradesi ve tercihi ile olması gerekir. Din kişiye hak ile batılı, doğru ile yanlışı gösterir, her birisinin kişi açısından ne gibi sonuçlar doğuracağını açıklar. Bu aşamadan sonra da dine yönelip yönelmemekte bir zorlama söz konusu olmaz.6 Allah Teala Hz. Peygambere “Hak Rabb’iniz’dendir artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”7 demesini buyurur. İnsanın bu dünyada imtihan edilen bir varlık olması, onun bireysel sorumluluk ve özgürlüğünün de olmasını gerektirir. İnsanın iradesinin neye yöneleceğini din belirler. Ancak duygular ve çevre şartları da bunda etkili olur. Dolayısıyla kişinin iradesini dinin telkini doğrultusunda kullanması, dini yaşamada karşılaştığı güçlükleri kendi iradesi ve tercihiyle aşarak bağlılığını devam ettirmesi esastır. Yüce Allah, “insanı sadece kendisine kulluk etmesi için yarattığını” bildirmiştir.8 Bu kulluk görevlerini yerine getirmeyi ya da getirmemeyi seçen insan buna göre karşılık görecektir.
4. Kişi aklını ve iradesini kullanarak dini seçtiğinde dinin semeresi olan hayra yani bizzat iyi olan şeylere ulaşır. Aslında kişilerin iyi-kötü algısı ve değerlendirmeleri farklı olabilir. Mesela paraya düşkün birisi için servet ve zenginlik en büyük hayır iken, bir başkası çok kesin biçimde servet sahibi olmaktan kaçınabilir çünkü ona göre zenginlik büyük bir imtihan ve hatta kötü bir şeydir. Şu hâlde dinin insanı ulaştırdığı hayır, kişisel yargılardan, değerlendirmelerden bağımsız, akl-ı selim sahiplerinin kabul edebileceği bir iyilik olmalıdır. Bu da bir yönüyle kişinin Müslüman olması ve Müslüman olmasının getirdiği haklardan yararlanması anlamında dünyevî, bir yönüyle de cenneti ve nimetlerini kazanması anlamında uhrevî hayırdır. İnsan eliyle ortaya konulan veya ilahi kaynaklı olmakla birlikte zamanla bozulan dinlerin böyle bir hayra götüremeyeceği açıktır.
Dolayısıyla insanlar tarafından konulmuş, değiştirilmiş veya bozulmuş olan, vahye dayanmayan, bu sebeple de kişileri dünyada ve ahirette saadete ve huzura eriştirmeyen dinler, İslam’a göre hak (gerçek ve doğru) din sayılmazlar.
İnsanda din duygusu doğuştan vardır, sonradan kazanılmış değildir. Çünkü her insanda bir üstün ve aşkın varlığa inanma ve ona kulluk etme özelliği vardır. Bu özellik bir duygu halinde insana yaratılışında bahşedilmiştir. Allah Teala, insanları bir dine inanma ve bağlanma potansiyeli üzere yani din duygusuyla hatta tek bir ilaha inanma ve kulluk etme bilinciyle yarattığını bildirmektedir ki buna fıtrat adı verilir. “Resul’üm! Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur fakat insanların çoğu bilmezler.”9 ayetinde bu durum ifade edilmiştir. Peygamber Efendimiz’de bir hadislerinde “Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar. Fakat o çocuğun anası ve babası onu kendi dinlerine döndürürler. Yahudi iseler Yahudi yaparlar, Hristiyan ve Mecusi iseler Hristiyan ve Mecusi yaparlar.”10 buyurarak insanda din duygusunun doğuştan var olduğunu ve insanların yaratılış gereği tevhid inancını kabul etmeye yatkın olduklarını ancak anne-baba ve çevresinin kişinin tercihini değiştirebileceğini ifade etmiştir.
İnsanın böyle bir fıtrata sahip olmasının temelinde, yaratılış aşamasında Allah Teala ile insanlar arasında gerçekleşen, mîsâk, kâlû belâ veya elest bezmi olarak da bilinen ahitleşme yatar. Kur’an’da bildirildiğine göre Yüce Allah, her insanı kendine şahit tutmuş ve “…Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” diye sormuştur. Onlar da Evet, şahit olduk ki
Rabb’imizsin.” cevabını vermişlerdir.11 “Ben kullarımın tümünü tevhid ehli (hanif) olarak yarattım. Sonra şeytanlar onları dinlerinden döndürdü ve bana başka şeyleri ortak koşmalarını emrettiler.”12 anlamındaki kudsî hadis de bu gerçeği ifade eder. Allah Teala’nın peygamber aracılığıyla insanlara gönderdiği bir tür sözleşme olan dinin ana gayelerinden biri de başlangıçtaki bu ahitleşmeyi hatırlatmak ve kulların buna göre yaşamalarını sağlamaktır.
Hak dine ve tevhid inancına bağlanmak insan için var olduğu andan itibaren geçerli bir hakikat, fıtri bir özellik olduğundan, din ilk insan olan Hz. Adem ile başlamıştır. Nitekim Allah Teala başlangıçtan itibaren Hz. Adem’e doğru ile yanlış yolu bildirerek birtakım mükellefiyetler yüklemiş, 13 onu peygamber seçerek âlemlere üstün kıldığını, hidayeti bulmasını ve doğru yaşamasını sağlayacak bilgileri kendisine verdiğini buyurmuştur.14 Hz. Adem’den Peygamber Efendimiz’e kadar gelen bu dinin müşterek adı olan İslam, hiçbir şekilde ortak koşmaksızın sadece Allah’a (c.c) gönüllü itaat ve teslimiyet, bu itaatin kalp ve dille benimsenip ortaya konulması ve sonucunda O’nun emir ve yasaklarına uyarak kulluk edilmesidir. Farklı dönemlerde gelen peygamberlerin getirdiği şeriatler yani emir ve yasaklar farklı olabilse de inanç ve genel ahlâk ilkeleri kesinlikle değişiklik göstermemiştir.
Hak dine ve tevhid inancına bağlanmak insan için var olduğu andan itibaren geçerli bir hakikat, fıtri bir özellik olduğundan, din ilk insan olan Hz. Âdem ile başlamıştır. Nitekim Allah Teala başlangıçtan itibaren Hz. Âdem’e doğru ile yanlış yolu bildirerek birtakım mükellefiyetler yüklemiş,” onu peygamber seçerek âlemlere üstün kıldığını, hidayeti bulmasını ve doğru yaşamasını sağlayacak bilgileri kendisine verdiğini buyurmuştur.” Hz. Âdem’den Peygamber Efendimiz’e kadar gelen bu dinin müşterek adı olan İslam, hiçbir şekilde ortak koşmaksızın sadece Allah’a (c.c) gönüllü itaat ve teslimiyet, bu itaatin kalp ve dille benimsenip ortaya konulması ve sonucunda O’nun emir ve yasaklarına uyarak kulluk edilmesidir. Farklı dönemlerde gelen peygamberlerin getirdiği şeriatler yani emir ve yasaklar farklı olabilse de inanç ve genel ahlak ilkeleri kesinlikle değişiklik göstermemiştir. “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduğumuzu Allah size de din kıldı…”15 ayeti, tüm peygamberlerin mesajlarındaki birlik ve bütünlüğün ifadesidir. Nitekim Allah Teala “Şüphesiz, Allah nezdinde din, islam’dır…”6 buyurduktan sonra, Ehl-i Kitab’ın kıskançlık, ihtiras ve kinlerin-den dolayı İslam’dan uzaklaştıklarını bildirmiştir? Yüce Allah hak dine bağlanan müminleri gerek daha önce gelmiş kitaplarda gerekse Kur’an’da “Müslümanlar” olarak isimlendirmiştir.” Nitekim Hz. İsa’ya iman letmiş Hayalller kendilerinin “Müslümanlar” olduğunu söylemişler,” Hz. İbrahim ve Hz. Yakub, evlatlarına “…Oğullarıml Allah sizin için bu dini seçti. O hâlde ancak Müslümanlar olarak ölünüzl”2 şeklinde vasiyette bulunmuşlardır. Bütün bunlar, tüm peygamberlerin getirdiği dinin yani İslam’ın bir olduğunun göstergesidir. Nitekim Allah Teala “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenler-den olacaktır”21 buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.
1. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş s. 23.
2. Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü’l-arûs, “dyn” maddesi; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, “Dîn” maddesi.
3. Zümer suresi, 3. ayet.
4. Nahl suresi, 52. ayet.
5. Ebu Davud, Hudûd, 17, Talâk, 11; Tirmizi, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15.
6. bk. Bakara suresi, 256. ayet.
7. Kehf suresi, 29. ayet.
8. Zariyat suresi, 56. ayet.
9. Rûm suresi, 30. ayet.
10. Buhârî, Cenâiz, 80; Kader 22-23; Tirmizi, Kader, 5; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17.
11. A?râf suresi, 172. ayet.
12. Müslim, Cennet, 63.
13. bk. Tâhâ suresi, 117. ayet; A?râf Suresi, 19. ayet.
14. bk. Âl-i İmrân Suresi, 33. ayet; Bakara suresi, 37. ayet.
15. Şûra suresi, 13. ayet.
16. Âl-i İmrân suresi, 19. ayet.
17. bk. Âl-i İmrân Suresi, 19. ayet.
18. bk. Hac suresi, 78. ayet.
19. bk. Âl-i İmrân suresi, 52. ayet; Mâide suresi, 111. ayet.
20. Bakara suresi, 132. ayet.
21. Âl-i İmrân suresi, 85. ayet.