Türklerde Peygamber ve Ehl-i Beyt Sevgisi

Aziz milletimiz dinî değerleri samimiyetle benimsemiş, onlara her zaman önem vermiş ve sahip çıkmıştır. Milletimizin gönlünde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ise ayrı bir yeri olmuştur. Türkler, Allah’ın (c.c.) kutlu peygamberi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) her zaman çok sevmiştir. Ona olan sevgisini, saygısını ve bağlılığını da her fırsatta göstermiştir. Milletimiz, ağızdan çıkabilecek kötü bir söz sebebiyle ve Allah’ın Resulü’ne (s.a.v.) saygısızlık olur diye çocuklarına Muhammed adını koymamaya özen göstermiştir. Bunun yerine, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) adını biraz değiştirip çocuklarına Mehmet ismini vermiştir. Mehmet, milletimizin erkek çocuklarına en fazla verdiği isimlerden biridir. Bunun yanı sıra aziz milletimiz, Peygamberimiz’in (s.a.v.) adlarından Ahmet, Mahmut ve Mustafa’yı da çocuklarına sıklıkla isim olarak vermiştir. Böylece Resulullah’ın (s.a.v.) adını yaşatmayı amaçlamıştır. Kültürümüzde gül, Hz. Peygamber (s.a.v.) sevgisinin sembolü kabul edilmiştir. Milletimiz, Peygamber (s.a.v.) sevgisiyle âdeta özdeşleşen gülü de çocuklarına ad olarak vermiştir. Gül, Gülşah, Gülcan, Gülden, Ayşegül, Fatmagül, Songül vb. isimleri çocuklarına ad olarak koymuştur.

Allah Resulü’nün (s.a.v.) dünyayı şereflendirdiği mübarek gece, her yıl milletimizce Mevlit Kandili olarak coşkuyla kutlanmaktadır. Bu gecede Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) salâvatlar getirilmekte, yapılan dualarla, okunan mevlitlerle Hz. Peygamber (s.a.v.) anılmaktadır. Ayrıca ülkemizde her yıl, Peygamberimiz’in (s.a.v.) doğduğu 20 Nisan’ı da içine alan 14-20 Nisan tarihleri Kutlu Doğum Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu hafta boyunca Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ve onun ahlakını, örnekliğini konu alan paneller, konferanslar vb. etkinlikler yapılmaktadır.

Osmanlı Padişahları, Resulullah’ın (s.a.v.) doğduğu Mekke ile on yıldan fazla yaşadığı ve vefat ettiği Medine’ye de çok önem vermiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek hatıralarını barındıran bu iki şehre hizmet etmeyi büyük bir onur saymışlardır. Buraları korumayı, geliştirmeyi büyük bir hizmet kabul etmişlerdir. Her yıl Mekke ve Medine’ye surre alayları denilen hediyeler göndermişlerdir. Aziz milletimiz, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ait hatıraları, emanetleri özenle korumuştur. Ona ait en küçük bir eşyayı bile büyük bir saygı ile muhafaza etmiştir. Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) ait kılıç, hırka, ayak izi, sakal, mektup vb. eşyaların da içinde olduğu emanetler, Topkapı Sarayı’nın Mukaddes Emanetler bölümünde asırlardır büyük bir saygıyla korunmakta, her yıl binlerce Müslüman tarafından ziyaret edilmektedir. Adı anılan sarayın bu bölümünde yüzyıllardır yirmi dört saat sürekli Kur’an-ı Kerim okunmaktadır.

Milletimiz, Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) adı anıldığında salâvat getirmeyi bir görev bilir. Çünkü Resulullah’ın (s.a.v.) adı anıldığında salâvat getirmek, ona olan sevgi ve saygımızın bir gereğidir. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda, “Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb suresi, 56. ayet.) buyrulmaktadır.

“Sallallâhü aleyhi ve sellem”
“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed”
“Es-salâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah”

Milletimizin Hz. Muhammed’e (s.a.v.) olan sevgi ve saygısı, kültür tarihimizde önemli yeri olan eserlerde de açıkça görülmektedir. Peygamberimiz’le (s.a.v.) ilgili naat, mirâciye, şemâil vb. türden pek çok eser kaleme alınmıştır. Şairlerimiz, düşünürlerimiz eserlerinde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan sevgi, saygı ve bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Örneğin Hoca Ahmet Yesevî, bir şiirinde şöyle demiştir:

“ Ey dostlar, bildireyim, Hakk Resulü’nden
Ümmet olsan, işitip salât selam söyleyin dostlar.
O büyük ve küçük âlemler için rahmettir
Ümmet olsan, işitip salât selam söyleyin dostlar.” (Ahmet Yesevî, Divan-ı Hikmet, s. 194.)

Yunus Emre de

“ Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Gel şefaat eyle kemter kuluna
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.” (Yunus Emre, Divan, s. 319.)

ifadeleriyle başlayan şiirinde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan sevgisini belirtmiştir. Millî şairimiz M. Âkif Ersoy, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) şöyle övmüştür:

“ Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi,
Medyundur o Masum’a bütün beşeriyet
Ya Rab bizi mahşerde bu ikrar ile haşr et.” (M. Âkif Ersoy, Safahat, s. 499.)

Büyük şair ve düşünür Necip Fazıl Kısakürek de

“ Sende insan ve toplum, sende temel ve bina
Ne getirdin götürdün, bildirdinse âmennâ.” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 77.)

diyerek Resulullah’a (s.a.v.) bağlılığını belirtmektedir.

Sözlükte “ev halkı” anlamına gelen Ehl-i Beyt, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ev halkı için, aile fertleri için kullanılan bir kavramdır. Ehl-i Beyt’in kimlerden oluştuğu konusunda İslam âlimleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaygın görüşe göre Ehl-i Beyt; Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma (r.a.), damadı Hz. Ali (r.a.) ve torunları Hz. Hasan (r.a.) ile Hz. Hüseyin’den (r.a.) oluşmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de yer alan bir ayette, “… Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”(Ahzâb suresi, 33. ayet.) buyrulur. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) abasının altına kızı Hz. Fatıma’yı (r.a.), damadı Hz. Ali’yi (r.a.), torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) aldı. Ellerini açıp şöyle dua etti:

“Allah’ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir. Bunlardan
günahı gider ve bunları tertemiz kıl.” (Tirmizî, Menâkıb, 3870.)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Nimetleriyle sizi beslediği için Allah’ı sevin. Beni de Allah’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de benim sevgim için sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 3792.) buyurmuştur. Aziz milletimiz, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan sevgisinin bir göstergesi olarak onun Ehl-i Beyt’ine de her zaman sevgi ve saygı göstermiştir. Ehl-i Beyt’i, Allah Resulü’nden (s.a.v.) bir parça, bir yadigâr olarak görmüştür. Ehl-i Beyt’i sevmeyi, Resulullah’ı (s.a.v.) sevmenin bir gereği kabul etmişlerdir. Çocuklarına Hz. Peygamber’in (s.a.v.) isimleriyle birlikte Ehl-i Beyt’ten olan Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.a.), Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’in (r.a.) isimlerini de çok fazla koymuşlardır. Hz. Hasan’ın (r.a.) soyundan gelenlere seyyid, Hz. Hüseyin’in (r.a.) soyundan gelenlere ise şerif denilmiştir.

Milletimiz hem Hz. Muhammed’e (s.a.v.) hem de Ehl-i Beyt’e olan sevgi ve saygısının bir gereği olarak Ehl-i Beyt evladına, Peygamber (s.a.v.) soyundan gelenlere hürmet etmiştir. Osmanlılar zamanında, Yıldırım Beyazıt (1389-1402) zamanında, seyyid ve şeriflerin isimlerinin doğru bir şekilde tespit edilebilmesi için Nakibu’l-Eşraf müessesesi oluşturulmuştur. Bu müessese, Peygamber (s.a.v.) soyundan gelenlerin doğum ve ölümlerini tespit etmek, onları soylarının temizliğine ve asaletine yakışmayacak durumlara düşmekten korumak, haklarını korumak vb. işlerle görevliydi. Milletimizin gönlünde Hz. Ali’nin (r.a.) ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kültürümüzde Hz. Ali (r.a.) “Allah’ın Arslanı” olarak anılır. Onun kahramanlıkları yıllarca halk sohbetlerinde anlatılmıştır. Hz. Ali (r.a.) ile birlikte onun efsane hâline gelen kılıcı Zülfikâr da âdeta yiğitliğin ve kahramanlığın sembolü hâline gelmiştir. Ayrıca Hz. Ali (r.a.), milletimizin tasavvuf anlayışında “evliyanın başı” olarak kabul edilir. Örneğin Yunus Emre bir şiirinde Ehl-i Beytle ilgili şöyle der:

“ Fatma ana gözü yaşı,
Hasan ile Hüseyin’dir.
Hazret Ali babaları,
Muhammed’dir dedeleri,
Arşın iki gölgeleri
Hasan ile Hüseyin’dir.” (Yunus Emre, Dîvân, s. 274.)

Yorum yapın