Hukukun üstünlüğü; insan ilişkilerinin hukuk kurallarına göre yürütülmesi ve toplumsal ilişkilerde hakların gözetilmesidir. Hukukun üstünlüğünden bahsedebilmek için toplumda herhangi bir ayrım yapılmaksızın herkesin hukuk kurallarına uyması gerekir.
Hukukun üstünlüğü özellikle yargılama aşamasında insanların kanun önünde eşitliğini, herhangi bir imtiyaz ve kayırmanın söz konusu olamayacağını ifade eder. Hukukun üstünlüğünü kabul eden anayasalarda bu kavramla vurgulanmak istenen husus; dini, dili, düşüncesi, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılamayacağıdır. Herkes aynı yasalara muhataptır ve kanun herkese aynı şekilde uygulanır. Buna göre tüm mahkemeler adil yargılama esasına göre ve hiç kimseye ayrıcalık tanımadan, herkesi yasaların öngördüğü usullere göre yargılar. İnsanlar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar hukuk ilkeleri doğrultusunda ve yürürlükteki kanunlar çerçevesinde çözüme kavuşturulur.
Hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi temel anlayışlar; İslam dininin hukuk ve adalet anlayışında önem verilen konulardandır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili yüce Allah (c.c), “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Mâide suresi, 8. ayet.) buyurmuştur. Başka bir ayette ise “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan; kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın; (şahitliği) eğer büker (doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ suresi, 135. ayet.) buyurularak adalet ve hakkaniyetin akrabalık ilişkilerine veya statüye göre değişmeyeceği belirtilmiştir.
Hz. Ali (r.a.), Sıffin Harekâtında bir kalkanını kaybetmişti. Harekât bitip de Kûfe’ye dönünce kalkanı bir Yahudinin elinde gördü ve ona “Bu kalkan benim kalkanım; onu ne sattım ne de bir başkasına bağışladım” dedi. Yahudi “Bu benim kalkanım ve şu anda da benim elimde bulunuyor.” diye karşılık verdi. Hz. Ali (r.a.) “Kadıya (mahkemeye) gidelim.” dedi. Kadı Şurayh muhakemeyi başlattı, taraflar iddia ve savunmalarını tekrarladılar. Şurayh, Hz. Ali’ye (r.a.) şahidi olup olmadığını sordu. Hz. Ali (r.a.) “Evet, hizmetçimiz Kanber ile oğlum Hasan bu kalkanın bana ait olduğuna şahitlik ederler.” dedi. Kadı Şurayh “Oğulun, babası lehine şahitliği geçerli değildir.” diyerek bunu reddetti. Bunları gören ve işiten Yahudi: “Mü’minlerin başkanı beni muhakemeye davet ediyor; onun tayin ettiği hakim, onun davasını reddediyor, ben inanıyor ve diyorum ki bu din haktır ve Allah’tan (c.c.) başka tanrı yoktur, Muhammed (s.a.v.) O’nun rasûlüdür, bu kalkan da onundur.” diyerek Müslüman oldu. (Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.127.)
Kur’an-ı Kerim’de öne çıkan adalet vurgusu, Peygamberimizin (s.a.v.) uygulamalarında da karşılık bulmuştur. Örneğin bir keresinde soylu bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bazı kimseler, Peygamberimize (s.a.v.) gelerek bu kadının cezalandırılmamasını istemişlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) buna karşı çıkmış ve şöyle buyurmuştu: “Sizden öncekiler, içlerinden nüfuz sahibi ve itibarlı birisi suç işlediğinde onu cezalandırmazlar; zayıf ve güçsüz birisi suç işlediğinde ise hemen onu cezalandırırlardı. Bundan dolayı da onlar helak oldular. Allah’a (c.c.) yemin ederim ki hırsızlık yapan kişi kızım Fatma olsa onu da cezalandırmaktan çekinmezdim.” (Müslim, Hudûd, 9.) demiştir. Burada Peygamberimiz (s.a.v.) adaleti sağlayabilmek için herhangi bir kişiye ya da zümreye ayrıcalık tanınamayacağını dile getirmekte, adalete büyük önem verdiğini ve hukukun üstünlüğünü esas aldığını göstermektedir. Adalet duygusunun yaşatılabilmesi hukukun üstünlüğüne olan inançla sağlanır. Bir hukuk sistemi, insanların haksızlıklar karşısında adaleti aramalarına imkân tanımalıdır. Aksi hâlde her türlü hak ihlal edilebilir ve insanların adalet beklentisi karşılıksız kalır.
İslam dini, hukukun üstünlüğü prensibini dikkate alır ve tüm uygulamalarda adaletin gözetilmesini ister. İnsanları dillerine, ırklarına, cinsiyetlerine göre ayrıma tabi tutmaz. İslam’ın insana bakışında insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu ifade edilir. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız birdir. İslam’da insanlar eşittir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yaratıldı. Allah katında en değerliniz; en çok Allah’a sığınanınız, emirlerine yapışanınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanızdır. Bir Arab’ın Arap olmayana, bir başkasının Arab’a, bir siyahın bir kırmızı deriliye, bir kırmızı derilinin bir siyaha, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yoktur.” buyurarak insanların eşitliğini vurgulamıştır.
Hukukun üstünlüğü ilkesi ve herkesin hukuk karşısında eşit konumda olması meselesi anayasanın 10. maddesinde şöyle belirtilir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep vb. sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare mahkemeleri bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”